Levent Turhan Gümüş
AYRI DÜŞTÜĞÜMÜZ DOSTLARA: ANONİMLEŞMİŞ BİR ŞİİRİN HİKÂYESİ
Mahsus mahal günleriydi.
Zaman zaman içindeydi, zaman zindan içinde.
Bizden öncekilerin geçtiği yollardan onların dizelerini yâd ederek geçiyorduk. Cigaramız karanfil kokmasa da bizim de dört duvarın ötesinde çıldırasıya sevdiklerimiz vardı. Geçici bir ayrılıktı bizimkisi. Bir süre sonra dışarı çıkacak, kaldığımız yerden devam etmek için kavgadaki yerimizi alacaktık.
Öyle olmadı fakat...
12 Eylül olanca zulmetiyle üzerimize çöktü. Sokaklardan, karakollardan, okullardan ve hapishanelerden, her yerden işkence ve yargısız infaz haberleri geliyordu. Askerî kışlaların bir bölümü hapishaneye dönüştürülmüştü. Onlardan birinde, Alemdağ Askerî Kışlası içinde yer alan Alemdağ Askerî Cezaevi’nde tutuluyorduk. Pankarttan gözaltına alınan da, duvara yazı yazarken yakalanan da, silahlı çatışmada yaralı ele geçirilip tutsak düşen de aynı yerde, aynı koğuşta kalıyordu. Cunta, özgür günlerimizin ayrı gayrı olma haline son vermiş, bizi mahpusta eşitlemişti. Diyarbakır’dan, Mamak’tan kötü haberler geliyordu. E tipi, H tipi cezaevlerinden söz ediliyordu. İstanbul özelinde adı sır gibi saklı tutulan bir cezaevinden de bahsediliyordu ama nerede olduğuna dair kimsenin bir fikri yoktu. Cezaevi yönetimi, gerçekleştirdikleri her operasyon sonrasında “Bunlar iyi günleriniz, gideceğiniz yerde bizi mumla arayacaksınız” diyerek kendince kulağımıza kar suyu kaçırıyordu. Çoğu idam ve müebbetle yargılanan dar ama militan bir gruptuk. Adı ve yeri gizli tutulsa da işlevinin ne olduğu belli olan yeni cezaevine ilk gönderileceklerden olduğumuzu biliyorduk.
Aylar öncesinden kendimizi muhayyel Vietnam’ımıza, vaat edilmiş Paulo Condor zindanlarımıza hazırladık. Ne yaparlarsa yapsınlar direnecek, siyasi kimliğimizi, bilincimizi, aklımızı koruyacaktık. Mamak ve Diyarbakır’da neler yaptıklarına, neler yaşandığına dair bilgimiz vardı. Yasaklarla, yoğun işkencelerle geçecek günler bizi bekliyordu. Hazır olmalıydık. Gece gündüz demeden ince pelur kâğıtlarına koca koca kitapları, Marksist klasikleri, direniş romanlarını, türkülerimizi, marşlarımızı ve elbette şiirlerimizi, Nâzım’ı, Neruda’yı yazıp yanımızda götüreceğimiz eşyaların içine zulaladık.
Bulunduğumuz koğuştan dışarıyı, karşıdaki dağların gümrah yeşilini, baharla birlikte tomurcuklanan ağaçları görebiliyorduk. Sonradan bir işkence mekânı olarak ünlenecek olan cezaeviyle ilgili ilk duyumu almamızın üzerinden haftalar, aylar geçmişti. Unutmak üzereydik ki 1981 yılının Nisan ayında koğuş kapısının mazgalından isimlerimiz okundu. Askerî ringlere binerken cuntanın Metris Askerî Cezaevini açma onurunu bize bahşettiğini henüz bilmiyorduk, bunu oraya gittiğimizde öğrenecektik.
Evet, cezaevinin adı Metris’ti, Metris Askerî Cezaevi.
Daha içeri girmeden kapı altında başladı karşılama merasimi. İşkence mangası yüzümüzü duvara döndürüp hazır ola geçmemizi istedi, “Hayır” dedik. Vatan haini olarak belletildiğimiz askerler karşımıza geçip kendilerine “Komutanım” dememizi istedi, “Hayır” dedik. Cop, kalas, demir sopa darbeleri altında haykırılan ilk slogan “İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek!” sloganıydı. Diğeriyse “Asker Değil Siyasî Tutukluyuz!”. Uzun yıllara yayılan Metris Direnişi, bizden sonraki sevklerle gelen devrimci arkadaşlarımız tarafından da onurla sahiplenilen bu iki sloganın üzerinde yükseldi.
Metris’te askerî cunta, devrimcileri teslim alamadı. Buna ilişkin birçok şey söylenebilir, öncelik sonralık sırası değişebilir, hatta söylenenler birbiriyle çelişebilir ama bütün bunlar bu yazının konusu değil. Bu yazı özelinde bizi, devrimci tutsakların şiirle kurduğu ilişki, daha özeldeyse “Ayrı Düştüğümüz Dostlara” adlı şiirin hikâyesi ilgilendiriyor.
Aynı davadan yargılandığımız arkadaşlarla Alemdağ Askerî Cezaevi’nden birlikte gelmiş, kapı altında ve cezaevinin işkence altında bitmek bilmeyen koridorları boyunca birlikte direnmiş ama ayrı koğuşlara konmuştuk. Sonradan “Sibirya” adı yakıştırılacak olan bir bölümde, cezaevinin dış duvarlarına bakan bir koğuşa tıkmışlardı bizi, diğer arkadaşları ise aynı bloğun iç tarafa bakan diğer ucuna. Havalandırmalarımız da birbirine açılmıyordu. Ne birbirimizi duyabiliyor, ne de görebiliyorduk. Yıllarca dışarıda birlikte olduğumuz, bir kısmıyla ilk gençlik yıllarından beri yarenlik ettiğimiz, bir kısmını ise Alemdağ cezaevinde tanıdığımız yoldaşlarımızla artık beraber değildik. Aynı cezaevinde farklı sabahlara uyanıyorduk. Bazen günler süren işkenceli operasyonların sonunda hal hatır soramıyor, yaralara merhem olamıyorduk. Ve en kötüsü çayın eşlik ettiği dost sohbetleri... Birçok şey gibi ondan da mahrumduk.
İçeri girmeden önce, kökeni çocukluk zamanlarına uzanan şiir okurluğum, şiir yazmışlığım vardı. Alemdağ’dayken de bir şeyler karalayıp mektuplar aracılığıyla dışarı göndermiştim. Metris’te de ilk günden itibaren kırık dökük de olsa yazmaya devam etmiştim. Daha çok geceleri, el ayak çekildikten sonra yazıyordum. Bu yazıyı yazmama vesile olan şiir de kendimle kaldığım o uzun gecelerden birinde yazıldı.
AYRI DÜŞTÜĞÜMÜZ DOSTLARA
ah siz
ilk demleri vurgun yemiş
bir nasılsın diyemediğim dostlar
dokuyan el, uyanan toprak
apansız çöken duygulu akşamlarım
bir bardak çay sunmak isterdim size
ve bir bardak çay içmek elinizden —
demli olsa, tadı da buruk
dostlarım
çay olsun, demli olmasa da olur
siz olun, çay olmasa da olur...
nisan ‘81, metris
Çayın şiirde bir sıcaklık olarak öne çıkmasında, cezaevine işkenceli giriş faslından birkaç gün sonra başlattığımız süresiz açlık grevinin etkisi vardır. Yaşayanların bileceği üzere çay ve çayın çağrıştırdıkları açlık grevi sırasında akla en çok düşen, eksikliği en çok hissedilen yoksunluklar arasındadır.
Sonradan askerî cezaevi yönetimi tarafından anlaşma ihlal edilecek olsa da siyasî tutuklu olduğumuzun vurgulandığı, askerî uygulamaları kabul etmeyeceğimizin altının tavizsiz biçimde çizildiği taleplerimizin kabul edilmesi üzerine, yirmi sekiz gün boyunca sürdürdüğümüz açlık grevine son verdik. Ailelerimiz ve avukatlarımızla görüşme, cezaevi içi ve dışarıyla mektuplaşma hakkını kazandık. İçeriden dışarıya, dışarıdan içeriye gönderilebilen mektupların şiirlerle, öykülerle dolup taştığı yeni bir dönem yaşandı. Başka koğuşta kalan arkadaşlara ve dışarıdakilere mektuplar aracılığıyla iletmiş olduğum “Ayrı Düştüğümüz Dostlara” şiiri de bu gidiş gelişler sürecinde zamanla benden bağımsızlaştı. Başka cezaevlerine başka adlarla, hatta sonradan görüldüğü kadarıyla bazı kereler Nâzım’ın adıyla gitti. Ve ilginç ama anlaşılabilir bir sahiplenme pratiği olarak “Dostlarım” adıyla, kendisi o sıralar hâlâ içerde olan bir arkadaşımızın yakınları tarafından aynı adla kitaplaştırılan şiirleri içinde yer aldı.
Yakın zamana kadar şiirin bu kendine özgü hikâyesi, dost sohbetlerinde denk geldiğinde kendi aramızda dillendirdiğimiz bir hoşluktu. Eğer şu sosyal medya olmasaydı bütün bunlar hiç yazılmasa da olurdu.
Malum, sosyal medyada şiir ya da özlü bir sözün kaynak belirtilmeden daha çok da ünlü birine mal edilerek aktarılması sıkça rastladığımız bir özensizlik. Anonim olduğunu tahmin ettiğim bir hesapta şiirin son bölümünün kaynak gösterilmeden sıklıkla paylaşılması üzerine vakit erişti diyerek şiirin bu hikâyesini “böyleyken böyle” diye aktarayım dedim.
Bizim kuşakların belleğinde yer etmiş ünlü İl Postino filmindeki şiir heveslisi postacı Mario’nun Neruda’ya söylediğine elbette hiçbir itirazım yok:
Şiir yazanın değil, ona ihtiyacı olanındır; istediği gibi kullanabilir.
Ama yine de diyorum, kime ait olduğu belirtilse fena olmazdı!..
E-Bülten
Bültenimize abone olun ve en yeni güncellemelerimizi doğrudan gelen kutunuza alın.

Yorum Bırakın